Determinist kadercilik mi ?

Ece

New member
Determinist Kadercilik mi? Zamanın Kıyısında Bir Hikâye

Bir forum gecesi, sıcak bir çayın yanında klavyeme uzandım ve aklımda uzun süredir dönüp duran o soruyla karşılaştım: “Gerçekten seçim yapıyor muyuz, yoksa çoktan yazılmış bir senaryonun oyuncuları mıyız?” Belki siz de hayatınızda bir an durup bunu düşündünüz — “keşke”lerle “zaten böyle olacaktı”ların arasında sıkıştığınız bir anda. Bu hikâyeyi o duygudan doğan bir paylaşım olarak düşünün.

---

1. Hikâyenin Başlangıcı: Saatin Uğultusu

Yıl 2035’ti. İstanbul’un sisli bir sabahında, felsefe profesörü Eren, üniversitenin eski taş binasında dersine hazırlanıyordu. Masasında bir not defteri, birkaç kitap ve dedesinden kalan eski bir cep saati vardı. Saati her çevirdiğinde, içinden gelen o tıkırtı — sanki kaderin ritmini fısıldar gibiydi.

O gün derste, öğrencilerine sordu:

“Bir treni düşünün... Hattı çoktan çizilmiş, ama siz yine de trenin içindesiniz. Sizce özgür müsünüz?”

Arka sıralardan Elif cevap verdi:

“Eğer inebileceğim bir istasyon varsa, özgürüm. Ama raylar sabitse, bu sadece bir yanılsama.”

Eren gülümsedi. Çünkü Elif’in cevabı, yıllardır zihnini meşgul eden determinist kadercilik fikrinin özünü yansıtıyordu. Her şeyin önceden belirlenmiş olduğu düşüncesiyle insanın özgür irade arzusu arasındaki çatışma — çağlar boyu süren bir tartışmaydı.

---

2. Tarihin Gölgesinde: Antik Kaderin İzleri

Eren’in zihninde tarih kitaplarından fırlayan gölgeler canlandı:

Antik Yunan’da Stoacılar, evrendeki her olayın “logos” tarafından belirlenmiş olduğunu söylerdi. Her nefes, her yıldırım, her ölüm... Tanrısal düzenin bir parçasıydı. Doğu kültürlerinde de benzer fikirler vardı: Hint düşüncesinde karma, İslam felsefesinde kader.

Ama Eren’in ilgisini çeken şey, kaderin felsefi olmaktan çok toplumsal bir araç olarak nasıl kullanıldığıydı. Çünkü tarih boyunca kader inancı, bazen direnişi bastırmak, bazen umudu canlı tutmak için şekillendirilmişti. Osmanlı döneminde “kısmet” sözcüğü, hem teselli hem teslimiyet anlamına gelirdi.

“Belki de,” diye düşündü Eren, “kadercilik bir inançtan çok, hayatta kalma stratejisiydi.”

---

3. Karakterlerin Yolu: Zihnin Labirenti

O akşam, Eren ve Elif, üniversite kütüphanesinde kader üzerine tartışmaya devam ettiler. Aralarındaki diyalog, yalnızca akademik değil, duygusal bir bağa da dönüşüyordu.

Elif, insan ilişkilerinde kaderciliğin yıkıcı etkilerini anlatıyordu:

“Bir kadın bana ‘şiddet kaderim’ dediğinde, içim yanıyor. Kader dediğimiz şey, bazen toplumun bize biçtiği zincir oluyor. Eğer bunu kırmazsak, hiçbir değişim mümkün değil.”

Eren sessiz kaldı. Çünkü Elif’in sözü, onun bilimsel düşüncesinden daha ağırdı. O, kaderi evrenin matematiksel düzeninde arıyordu; Elif ise insanların hayatındaki adaletsizliklerde.

İşte burada iki farklı yaklaşım ortaya çıkıyordu:

- Eren’in erkekçe stratejik düşüncesi: neden-sonuç ilişkileri, sistematik analiz, zihinsel kontrol.

- Elif’in kadınca empatik bakışı: insanların yaşadığı duygusal zincirleri çözme arzusu, toplumsal iyileşme isteği.

Ama birbirlerini dinledikçe fark ettiler ki bu iki yaklaşım bir çatışma değil, tamamlayıcı bir dengeydi. Çünkü kaderin anlamı, hem akılda hem kalpte bulunuyordu.

---

4. Bilimin Sözü: Nörolojik Determinizm

Ertesi gün Eren, Elif’e bir makale gösterdi. Nature Neuroscience dergisinde yayımlanmış bir araştırmaydı (Soon et al., 2008). Deneyde, insanların bir tuşa basma kararını vermeden 7 saniye önce, beyin aktivitelerinde bu kararın sinyali tespit edilmişti.

“Yani,” dedi Eren, “beyin, biz farkında olmadan seçimi yapıyor. Bilim, özgür iradenin sadece bir his olabileceğini söylüyor.”

Elif itiraz etti:

“Belki de beynimiz kaderin bir yansıması değil, sadece geçmiş deneyimlerin toplamıdır. Eğer çevremizi, travmalarımızı, sistemimizi değiştirirsek; o ‘karar’ın yönünü de değiştiririz.”

Bu tartışma, iki farklı hakikati birleştiriyordu:

Determinist bir evrende bile insanın seçim gücü, farkındalıkla genişleyebilirdi. Kader varsa bile, onu anlamak ve dönüştürmek insanın elindeydi.

---

5. Zamanın Kırılma Noktası

Bir gece, kampüsün çatı katında yağmurun altında otururken Eren, cebinden dedesinin saatini çıkardı. Saat durmuştu. O an, tuhaf bir huzur hissetti.

“Elif,” dedi, “ya kader dediğimiz şey aslında zamanın kendisiyle olan savaşımızsa? Belki biz sadece zamanı ölçmeye çalışıyoruz ama o zaten bizi çoktan ölçtü.”

Elif gülümsedi:

“Belki de kader, zamanı değil, anı yaşamayı unuttuğumuzda başlar.”

O gece, ikisi de hiçbir sonuca varmadı. Ama konuşmaları, forumlarda tartışılan her felsefi başlıktan daha gerçekti. Çünkü her cümlede insanın iç çelişkisi vardı: özgürlük isteğiyle teslimiyet korkusu.

---

6. Toplumsal Yankılar ve Günümüz

Bugünün toplumunda kadercilik, hâlâ güçlü bir inanç biçimi. Sosyolog Anthony Giddens’a göre modern insan, kontrol yanılgısı içinde yaşar: Teknoloji, bilgi, ekonomi ne kadar gelişirse gelişsin, “belirsizlik” hissi ortadan kalkmaz. Bu yüzden kader inancı, çağdaş dünyada da varlığını sürdürür.

Bazen insanlar, sistemsel adaletsizlikleri “kader” olarak adlandırarak kendini korur. Bazen de kaderi reddetmek, sorumluluğu üstlenmek anlamına gelir. Her iki durumda da insan, kendi anlamını yaratmaya çalışır.

Elif ve Eren’in tartışması aslında hepimizin zihninde devam ediyor: “Ben mi seçiyorum, yoksa seçilmiş olanı mı yaşıyorum?”

---

7. Forumun Son Mesajı: Kader mi, Karar mı?

Eren bir gün foruma şu satırları yazdı:

> “Belki kader, bizim anlayamadığımız kadar karmaşık bir algoritmadır. Ama insan, o algoritmanın içinde küçük de olsa bir hata payıdır — ve o hata, özgürlüktür.”

Elif ise yorum yaptı:

> “Ya kader dediğimiz şey, birbirimize dokunduğumuzda oluşan yeni bir olasılıksa? Belki de kader, birinin hikâyesine dahil olmaktır.”

---

Ve şimdi size soruyorum:

Sizce kader çizgimiz değişmez mi, yoksa her düşünce, her empati, her karar o çizgiyi yeniden mi çizer?

Eğer bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, belki de zaten bir seçim yaptınız.

Belki de bu satır, sizin kaderinizde okunmak üzere çoktan yazılmıştı.

Ama kim bilir? Belki de sadece bir çayın buharında kaybolan bir ihtimaldir her şey.